Türkiye’de Hangi Göçmenler Var? – Felsefi Bir Bakışla İnsan ve Hareketin Anlamı
Giriş: Hareket Eden İnsan
İnsan, varoluşun başından beri hareket halindedir. Göç, yalnızca yer değiştirme değildir; aynı zamanda bir anlam arayışıdır. Filozof Herakleitos’un dediği gibi, “Aynı ırmağa iki kez girilmez.” Çünkü insanın hem kendisi hem de dünyası sürekli değişir. Bu değişim, bugün Türkiye’deki göçmenlerin varlığında da yankılanır. Göçmen, yalnızca bir kimlik değil, aynı zamanda varoluşun etik, epistemolojik ve ontolojik boyutlarını yeniden düşünmemizi sağlayan bir aynadır.
Etik Perspektif: Ötekiyle Karşılaşma
Etik açıdan göç, bir “ötekiyle karşılaşma” meselesidir. Levinas’ın felsefesinde öteki, bizim sınırlarımızı çizen, benliğimizin ötesine geçmemizi sağlayan bir yüzdür. Türkiye’deki göçmenler — Suriyeliler, Afganlar, Iraklılar, İranlılar, Afrikalılar, Balkan kökenliler — yalnızca toplumsal bir olgu değil, etik bir sorudur da: Biz, ötekiyle ne kadar adil, ne kadar insanî bir ilişki kurabiliyoruz?
Bir Suriyeli çocuğun gözlerinde korku kadar umut da vardır; bir Afgan işçinin sessizliği bir tür dirençtir. Göçmen, bize şu soruyu yöneltir: “Senin insanlık anlayışın, sınırların bittiği yerde mi bitiyor?” Etik, bu soruyla başlar.
Epistemolojik Perspektif: Bilmenin Sınırları
Epistemoloji, yani bilginin doğası ve sınırları, göç meselesinde sık sık karşımıza çıkar. Göçmen hakkında “bildiğimizi” sandığımız şeyler, çoğu zaman önyargıdan ibarettir. Onları “yabancı” olarak tanımlarken aslında kendimizi de sınırlıyoruz.
Türkiye’deki göçmenleri yalnızca istatistiklerle, sayılarla ya da medyanın diline sığdırarak anlamak mümkün değildir. Onlar, bilginin anonimleştirdiği kalabalıklar değil; her biri kendi hikâyesini taşıyan bireylerdir. Gerçek bilgi, ancak bu hikâyeleri dinlediğimizde başlar.
Bir filozofun gözünden bakarsak, göçmenlik, “bilmenin” imkânı üzerine bir sorudur: “Bir insanı, kendi yaşamadığım bir acının içinden gerçekten anlayabilir miyim?”
Ontolojik Perspektif: Yer ve Kimliğin Anlamı
Ontoloji, varlığın doğasıyla ilgilenir. Göçmenlik, varlığın yerle ilişkisini kırar. “Yurdundan olmak” yalnızca fiziksel bir kayıp değil, aynı zamanda ontolojik bir sarsılmadır. Heidegger’e göre insan, “dünyada-olandır”; yani varlığını bir yerle kurar. Göçmen ise bu yerden kopar ve yeniden kök salmaya çalışır.
Türkiye, bu anlamda birçok varoluşun kesişim noktasıdır. Savaşlardan kaçan Suriyeliler, iş arayan Afganlar, iltica eden İranlılar, eğitim için gelen Afrikalılar… Her biri farklı bir “varlık tarzı” taşır. Onların varlığı, Türkiye’nin kimliğini de dönüştürür. Artık bu topraklarda sadece Türkler değil; çoklu kimliklerin bir aradalığı vardır.
Bu noktada şu soru doğar: “Bir ülkenin kimliği, sadece yerlilerden mi ibarettir, yoksa misafirler de o kimliğin bir parçası olur mu?”
Türkiye’deki Göçmen Gerçeği
Bugün Türkiye’de yaklaşık 4 milyona yakın Suriyeli mülteci yaşamaktadır. Bunun yanı sıra Afganistan, İran, Irak, Pakistan ve Afrika ülkelerinden gelen göçmen toplulukları da vardır. Ancak mesele sadece rakamlardan ibaret değildir. Her bir göçmen, kültürel bir bağ, bir anlatı, bir etik davettir.
Göçmenler, Türkiye toplumunun sosyolojik yapısını yeniden şekillendirirken, bizlere şu felsefi soruyu yöneltir: “Bir toplum, kendisini ötekilerden arındırarak mı, yoksa onlarla birlikte var olarak mı bütünleşir?”
Sonuç: İnsanlık Bir Yolculuktur
Göç, yalnızca ülkeler arasında değil, aynı zamanda kalpler arasında gerçekleşen bir yolculuktur. Etik olarak sorumluluk, epistemolojik olarak anlayış, ontolojik olarak paylaşım gerektirir. Türkiye’deki göçmenler, bu üç düzlemin kesiştiği noktada insan olmanın anlamını yeniden hatırlatır.
Ve belki de asıl soru şudur:
“Bir göçmeni anlamak için, önce kendi içimizdeki göçmenle yüzleşmemiz gerekmez mi?”
#Göçmenlik #Felsefe #Etik #Türkiye #Ontoloji #Epistemoloji